Dedemden Hikayeler 07: Demirci İsmail’in Hikayesi

Hikayeyi sesli dinlemek için “oynat butonuna” tıklayınız.

Demirci İsmail’in Hikayesi

Bolu Göynük’ten henüz aylar önce İstanbul’a göç eden İsmail’in lakâbı “Demirci” idi. Lakâbını öğrenen herkes, doğal olarak demirci olduğunu sanıyordu İsmail’in. Oysa nesillerdir ahşap oymacılığı yapan bir aileden geliyordu. Kündekâr Hasan’ın torunu, Kündekâr Mehmet’in oğlu İsmail, nasıl olmuş da “Demirci” lakâbını almıştı ahâli arasında?

 

Demirci İsmail’in hikayesine geçmeden önce, izninizle kündekâri ve kündekâr nedir, onu hatırlatalım sizlere. Ahşap sanatları içinde bir doğramacılık tekniği olan olan kündekâri; çeşitli geometrik şekillerde kesilen küçük ahşap parçaların çivi, tutkal gibi yardımcı malzemeler kullanılmadan, birbirlerine geçirilmeleriyle düz yüzeyler elde etmeyi amaçlayan bir teknik. Bu tekniği uygulayan ve kündekâr denilen zanaatkârlar, motif tasarımında kullandıkları her adımı önceden tasarlar, her motife bir anlam yükler. Titizlikle yapılan, büyük emek ve zaman isteyen bir iştir kündekâri.

 

İşte İsmail’in dedesi de babası da bu incelikli işi yapan birer zanaatkârdı Bolu Göynükte. Nesilden nesile geçen bu ustalığı Kündekâr Mehmet de oğullarına öğretmeyi kendine görev bildi. Üç oğlu vardı, üçünü de yanına çırak aldı. Aldı almasına da en küçük oğlu, çok da yetenekli olduğu belliyken bir türlü ısınamadı ahşaba. “Ne kolay teslim oluyor bu ahşap böyle” diye şikâyet edip dururdu. “E daha ne istiyorsun” diye kızan babasına, “Daha zorlusunu istiyorum” diye yanıt verirdi. Belli ki zoru seviyordu İsmail.

 

Kündekâr Mehmet oğlunu bir iki kez elinde bir demir parçası, ucu sivri çubuklar ve çekiçle bir şeyler yaparken buldu. Başta önemsemese de sonunda dayanamayıp, sordu.

 

– Ne yapıyorsun böyle?

– Demire motif çiziyorum.

– Eh be deli oğlan, demir motif tutar mı?

– Tutmaz gibi görünüyor ya, en çok da bunu seviyorum zaten. Tutturana kadar uğraşacağım.

 

Böyle böyle zaman geçti. Kasabadaki tüm demircilere gire çıka hepsiyle ahbap oldu İsmail. Her çeşit demiri alıyor, üzerine istediği gibi motifi çizebileceği uygun demiri arıyordu… Çarşı boyunca eve demir taşıya taşıya da Demirci İsmail’e çıktı adı. İşin ucu kaçmış, ara ara mahallenin çocukları ardından kinâyeli maniler söylemeye başlamıştı:

 

Demirci İsmail…

Derdin nedir İsmail?

Demir demir diye…

Delirdi İsmail

 

Babası Kündekâr Mehmet, baktı ki iş gittikçe abdallığa doğru kaymaya başladı, endişeye düştü. Komutanından imamına, öğretmeninden esnafına herkese akıl sordu, oğlunun derdine çare aradı. Çare bulamadı ama oğlunun el âleme böyle madara olmasına içi de elvermeyince aklına asker arkadaşı Mancacı Cemal geldi.

 

Bolulu olması hasebiyle, “Ben kündekârım” çığırışlarını kulak arkası edip, askerde mutfağa vermişlerdi Mehmet’i. Vermişlerde ama aslında aşçılıkla alâkası da yoktu. Neyse ki Mancacı Cemal diye bir devresi vardı da askerlik boyunca ona kol kanat gerdi. Sebzeleri Mehmet yıkar, soyar, keserdi; Mancacı Cemal de yemekleri pişirirdi. Koca askerlik geçmiş hiç kimse anlamamıştı Mehmet’in yemek yapmayı bilmediğini…

 

İstanbul’a giden bir ahbabıyla asker arkadaşı Mancacı Cemal’e haber yolladı. Vaziyeti anlattı, oğlunu onun yanına göndermek istediğini söyledi. İstemekten ziyade, yakarıyordu neredeyse. Zira oğlan burada kalırsa Demirci İsmail’e çıkan adı yakında Deli İsmail’e dönecekti.

 

İstanbul’a giden ahbap güzel haberle döndü. Mancacı Cemal “Hemen gönder oğlunu, gerisini de merak etme” demiş, Kündekâr Mehmet’i ikinci kez ihya etmişti.

 

Çok geçmeden İsmail’e bir çıkın yapıldı, ilk fırsatta İstanbul’a doğru kervana katıldı.

 

İsmail’in gelişi, Mancacı’yı buluşu, oturup konuşmaları başka bir öyküye kalsın; biz olanı söyleyelim size: Mancacı Cemal geçici bir iş olarak Unkapanı civarındaki bir arkadaşının yanına hamal olarak verdi İsmail’i. Bir de yatacak bekar odası ayarladı. İsmail’in hikayesini dinlerken gülümsemiş, onu Unkapanı’na teslim ettikten sonra Göynük’e kısacık bir mektupla haber yollamıştı. Kadim dostuna yazdığı kısa mektupta şöyle diyordu:

 

“Kalbini ferah tut Kündekâr Mehmet. Evladın İsmail’in ilacını biliyorum. Az zaman lazım şifa bulmasına. O esnada gözüm üzerinde, hamallık yapacak bir süre. Tez zamanda güzel haberler vermek umuduyla, Allah’a emanet ol.”

 

İsmail İstanbul’a elbette hem lakâbı, hem de huyuyla birlikte gelmişti. “Demirci misin sen” sorularına “Hayır” diyor; ama açıklama da yapmıyordu. Diğer yandan öylesine güçlü kuvvetliydi ki “Demirci” lakâbı, yeni geldiği İstanbul’da “Demir gibi güçlü çocuk” anlamında söylenmeye başlamıştı.

 

İKİNCİ BÖLÜM…

 

Günler günleri kovaladı. Demirci İsmail her sabah kalktı, işinin başına gitti. Gün geldi çuvallar taşıdı, gün geldi kasalar yükledi.

 

Günlerin birinde henüz öğle vakti olmamışken tüccarlardan biri çağırdı İsmail’i. Deponun önünde yüklüce miktar hububat vardı. Bunlar, Kapalıçarşı’daki Aram Usta’nın dükkanına taşınacak, sonra da Balkapanı’ndaki bir başka tüccarın deposuna gidilip oradaki mallar aynı yere götürülecekti. Aram Usta’nın dükkanının numarasını yazıp cebine koyan İsmail, yüklenebildiği kadar hububatı alıp yola koyuldu.

 

Adrese ulaştığında Aram Usta’yı sordu. “Galata’ya gitti, öğleye doğru döner” dediler. Dükkânın girişindeki boşluğu gösterip, taşıdığı malları oraya yığmasını söylediler. Zorunlu haller dışında soru sormayan, kendine soru sorulmadan konuşmayan İsmail, kafasıyla anladığını işaret etti ve yükünü indirdi. Birkaç kez daha gidip geldi Unkapanı’na. Peşi sıra da Balkapanı’na yönelip, oradaki şeker, bal ve zeytinyağını taşıdı iki seferde dükkâna. Son seferini yapıp döndüğünde, Aram Usta gelmiş, onun indirdiği ve dükkânın girişini neredeyse kapatmış olan yüklere bakıp bağırıyordu.

 

-Ya hû bunların burada ne işi var? Eve gidecekti hepsi! Niçin kimse doğru düzgün yapmıyor işini?

 

Bir terslik olduğunu anlayan Demirci İsmail, biraz çekingen Aram Usta’ya yaklaştı.

 

– Beyim, bir yanlışlık mı var?

– Elbette bir yanlışlık var. Bütün bunlar burada ne arıyor? Bunları Balat’a evime götürmen gerekiyordu.

– Tüccar bana buranın adresini verdi beyim.

– Başlarım senin tüccarına. Bunların hepsi Balat’a gidecek. Bir kuruş fazla para da vermem.

 

Parasını alıp işine bakacağını sanan İsmail, beklemediği bir sahneyle karşılaşmıştı. İzin isteyip tüccara koştu. Tüccar da hiç oralı değildi. Tekrar Kapalıçarşı’ya dönüp, durumu anlattı. Aram Usta; Nuh diyor, peygamber demiyordu. Arada kalan İsmail durdu düşündü; bunca lafın yükünü taşımaktansa, tüm yükü Balat’a taşımaya karar verip, “Peki” dedi, “Taşırız”.

 

Neredeyse akşama kadar sürdü İsmail’in işi. Kapalıçarşı ile Balat arasındaki mesafe her seferinde daha da uzuyordu sanki. Neyse ki Aram Usta’nın hakşinaz bir eşi vardı da gidip gelişlerinde hem yemek, hem ekşi ayran ikram etmişti İsmail’e. Son yükü de Balat’a bıraktıktan sonra parasını almaya dönen Demirci İsmail, uzaktan anladı bir terslik olduğunu. Aram Usta’nın dükkanının önünde bir kalabalık vardı. Yaklaştıkça, kalabalığın ortasında Aram Usta ve polisleri gördü. Ne olduğunu merak etse de tek derdi parasını alıp, bir an önce odasına dönmekti. “İşte o” diye bir ses duydu beş on adım kala. Tüm gözler ona doğru dönünce, üzerine alınmayıp o da arkasına döndü, insanlar nereye bakıyor merakıyla. Arkasında kimse yoktu. Belli ki ona bakıyordu herkes. Ne olduğunu anlayamadan iki zabitin ortasında buldu kendini.

 

Gün içinde Aram Usta’nın kuyumcu atölyesinden bir torba ham gümüş çalındığını öğrendiğinde bile anlayamadı mevzunun kendisiyle ne ilgisi olduğunu. Ta ki hırsızlıkla suçlandığı yüksek sesle söylenene kadar. İşte o an çıldırdı; ama çıldırsa da ne çare, polislerin arasında karakola doğru çoktan yola çıkmışlardı.

 

Akşam haber bekar odasına ulaştı. Herkes olanlara şaşırdı. Herkes şaşırdı; ama kimse bu vaziyeti Demirci’ye yakıştıramadı. İsmail’in durumdan haberdar olan bir arkadaşı, sabah ilk iş Mancacı Cemal’e haber uçurdu. Mancacı Cemal, Hezârfen misali uçarak Fatih Karakolu’na doğru yola çıktı.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM…

 

Şikayetini yazılı olarak veren Aram Usta karakoldan çıktığında hem öfkeli hem de yorgundu. Balat’a evine yürümeye karar verdi. Yürüdükçe sakinlemişti ki elini cebine sokup da, eline paralar gelince yine dellendi. He ne kadar “Bunların hepsi Balat’a gidecek, bir kuruş fazla para da vermem” demiş olsa da delikanlının duruşu ve çalışkanlığı karşısında etkilenmiş, ona vermek için ekstra para ayırmıştı cebine. İşe bakın ki takdir ettiği genç hırsız çıkmıştı. Söylene söylene evine geldi.

 

Her zamankinden geç gelmesinden endişeli hanımı, kapıda karşıladı Aram Usta’yı. “Nerelerdesin Aram Usta, meraktan öldüm” demesiyle, susması bir oldu. Belli ki canı sıkkındı beyinin. Böyle anlarda susar, o konuşana kadar beklerdi. Yanıt vermesini beklemeden içeri buyur etti. “Sen üstünü başını değiştir, ben yemeğini hazırlıyorum hemen” dedi. Sonra da ekledi: “Hem sayende zenginledi bugün mutfağımız. Yağız bir delikanlı gün boyu erzak taşıdı eve. Ağzı var, dili yok bir çocuk ama bir o kadar da saygılı.” Öyle bir baktı ki Aram Usta, hanımının korkudan mutfağa seğirtmesi bir oldu.

 

Sofra hazırlandı. Aram usta yemeğini yedi ve hiç ses etmeden camın önündeki kanepeye uzandı. Adeti değildi yatağı dışında bir yerde yatmak; ama hanımı cesaret edemedi odasına geçmesi için uyarmaya. Üstünü örttü, kendisi de mutfaktaki malzemeleri yerleştirmeye başladı.

 

Sabah daha iyi uyandı Aram Usta. Karısıyla selamlaştı, şakalaştı. Bundan cesaretle, elinde bir torbayla geldi kadın. “Bey” dedi ve devam etti: “Akşam pek sinirliydin, söyleyemedim; ama ne kadar güvenilir olsa da insan hamalla eve gümüş yollar mı? Hem de hububatın arasında? Alem insansın yani!”

 

“Ne” dedi Aram Usta? “Ne” derken anlamıştı bütün hikâyeyi. Yüzü bir halden bin hale döndü, nefesi kesildi, eli titredi. Torbayı araladı neyle karşılaşacağını tahmin ederek. Evet, çalındı sandığı ve hatta bu sebeple Demirci İsmail’i karakola gönderttiği gümüşler vardı torbanın içinde. “Ah ben ne yaptım” demesiyle, hızla giyinip yola çıkması bir oldu.

 

Aram Usta Fatih Karakolu’na vardığında nefes nefeseydi. O hızla karakol amirinin odasına daldı.

 

“Hoş geldin Aram Usta” dedi amir, “Tam da zamanında geldin, biz de Mancacı Cemal’le senin mevzuyu konuşuyorduk.”

 

Aram usta bir şaşkın, Mancacı Cemal bin şaşkın iki dost kalkıp kucaklaştı. Henüz iki gün önce Kapalıçarşı’da Sandan Bedesteni’nde oturup kahve içmiş, hasbihâl etmişlerdi. İkisi de meraklı gözlerle amire döndü.

 

Amir “Hani senin gümüşleri çalan genç var ya…” diye söze girmişti ki Aram Usta “Dur” dedi, mahcup halde. “O iş öyle değil.”

 

Sonrasında olanları anlattı. Gün içinde Demirci İsmail çuvalları, paketleri oradan oraya taşıyıp dururken, çalışanlardan biri gümüş dolu torbayı hububatların üzerine bırakmış, o sırada yükleri omuzlanan İsmail farkında olmadan gümüşleri de eve taşımıştı.

 

O anlattıkça Mancacı Cemal’in puslu gözleri ışıldadı, yüzü aydınlandı. Demirci İsmail’in böyle bir iş yapmayacağını anlatmaya çalışıyordu amire geldiğinden beri. Kefil olduğunu söylüyordu delikanlıya ama bir yandan da insan beşer, kuldur şaşar diye bir kuşku vardı içinde.

 

Aram Usta anlattı, bir nebze olsun rahatladı.

Rahatlayınca dönüp Mancacı’ya baktı.

 

-İyi de bu mevzuyla senin ne alâkan var birader?

-Geçen gün sana asker arkadaşım Kündekâr Mehmet’in oğlundan bahsetmiştim ya… Hani ahşabı zayıf bulup da demir işlemeyi kafasına koymuş delikanlıdan?

-Evet?

-Hah, işte o yiğitle tanışmışsınız anlaşılan.

 

Verdiği sözlerin eri Mancacı Cemal, İsmail’i geçici olarak bir işe soktuktan sonra, asker arkadaşına yazdığı mektupta “Evladın İsmail’in ilacını biliyorum” derken, onun hayaline uygun bir çözüm bulmuştu aslında. Delikanlının İstanbul’da biraz pişmesi için beklemiş, birkaç gün önce de Kuyumcu ustası arkadaşı Aram Usta’ya gidip çocuktan bahsetmiş, bu yetenekli genci yanına alıp kalemkâr olarak yetiştirmesi için ricacı olmuştu. Zira kalemkârlar, objeler üzerine çelik kalemle kazıyarak işleme yaparlardı. İş İsmail’in hayali, İsmail de Aram Usta’nın güvenebileceği yiğit ve yetenekli bir delikanlıydı. Cuma sonrası Mancacı Cemal, İsmail’i de alıp Aram Usta’nın yanına gidecekti. Ancak bir gün önce bu durum hasıl olmuştu.

 

O arada karakol amiri, memurlarından birini Demirci’yi getirmesi için yollamıştı. Kapı çalındı, polis memuru önde, Demirci İsmail arkada içeri girdiler. Mancacı Cemal’i gören Demirci “Ustam, inan bana…” diye konuşmaya başlayacaktı ki Mancacı susturdu genci. Aram Usta, mahcup, olanları seyrediyordu.

 

“İsmail” diye söze girdi Mancacı:

 

“Bilirsin sizin işler sabır ister. İster ahşap olsun, ister altın ya da gümüş, bu zanaat sabır işi. Kündekârı kündekâr, kalemkârı da kalemkâr yapan bu sabır değil mi zaten? Dünden beri yaşananları böyle düşün evladım. Elinde çelik kalem, ince ince hayatını işlemişsin gibi. Bak işte Mevlâm verdi hediyeni. Şimdi öp ustanın elini.”

 

Mancacı Cemal’in sözünü yere düşürmeyen Demirci İsmail, herkesin yüzündeki huzurdan da aldığı cesaretle çok da sorgulamadan uzanıp Aram Usta’nın elini öptü.

 

Demirci İsmail’in yanaklarını elleri arasına alan Aram Usta’nın dudaklarından şu sözler döküldü:

 

“Kusura bakma delikanlı. Bundan ziyade evladımsın. Çok iyi bir kalemkâr olacağına kuşkum yok.”

 

Rivayet odur ki çok da uzun zaman geçmeden tüm ahâli arasında Kalemkâr İsmail’e döndü Demirci İsmail’in adı ve altın, gümüş ve muhtelif metale nakış işler gibi işlemeler yaptığı anlatıldı yıllar boyunca kulaktan kulağa.

 

Uygulamamızı İndirdiniz mi?

En yakın Adile Sultan Ev Yemekleri şubesi cebinizde

adile
adile adile
BİZİMLE İRTİBATTA KALIN

Mutfağımızdaki yeniliklere dair haberler, özel indirim sürprizleri gibi gelişmelerden haberdar olmak ister misiniz? İletişim bilgilerinizi paylaşın, zaman zaman sizleri gelişmeler hakkında bilgilendirelim.