Hikayeyi sesli dinlemek için “oynat butonuna” tıklayınız.
“Dede ağlıyor musun sen?”
İki yaşındayken annesini kaybetmesinden bu yana dedesiyle yaşayan Adile Sultan 11 yaşındaydı ve son iki senedir dedesinin kahvesini o yapıyordu. Mancacı Cemal, her sabah ve her akşamüstü birer kahve içerdi. Birer töreni andıran bu kahve keyfi, savaş yılları dışında hiç aksamadan devam etmişti. “Hayatım boyunca hep kahve içtin dede” diye anlatırdı Adile Sultan gördüğü manzarayı. Oysa Mancacı’nın kahve keyfi, küçük kızın 11 yıllık yaşamından çok daha gerilere uzanıyordu.
1890’ların başında, Mancacı henüz gencecik bir delikanlıyken, yamak olarak çalıştığı lokantada bir muhabbete kulak misafiri olmuştu. İki müşteri aralarında “Sarafim* Kıraathanesi” diye bir yerden bahsediyorlardı. Sarafim, içinde gazetelerin kitapların olduğu ve çeşitli sohbetlerin yapıldığı bir tür kahvehaneydi. Beyazıt’ta, Okçularbaşı bölgesinde, Mustafa Reşid Paşa Türbesi’nin karşısındaydı. İstanbul’un diğer mekanlarda bir fincan kahve 20 paraya satılırken, Sarafim’de 40 para, yani 1 kuruştu. Sohbetten anladığı kadarıyla, uzun ya da kısa oturmasına bakılmaksızın herkesten 40 para alınmasının iki nedeni vardı: İlki tüm o yayınların maliyetini karşılamak, ikincisi ise müşteri kalitesini korumaktı. Mekânın sahibi Sarafim Usta, her önüne gelenin buraya doluşmasını istemiyordu belli ki.
Genç Cemal; Sarafim’e gitmeyi, oradaki gazete ve kitapları okumayı, sohbetleri dinlemeyi düşledi içinden; ama ne mümkün? Her seferinde 40 para verecek durumu yok ki… Bir iki defa gidip üst kata çıkan merdivenlerin başında oturdu. İçeriden gelen sesleri anlamaya çalıştı; ama anlayamadı. Sarafim Kıraathanesi’ne girememiş ama aklından da bir türlü çıkartamamıştı. Sarafim Usta’nın hayatını kaybettiğini öğrenmesinin üzerinden aylar geçmişti ki Adile Sultan’la tanışıp, 1896’da onun himayesinde çalışmaya başladı. İlk maaşını aldığı gün de koşarak Sarafim’e gitti. Giriş ücreti değişmemişti. Verdi 40 parasını içeri girdi. O gün ne yapacağını şaşırdı. Gazete okusa aklı kitaplarda kalıyor, eline kitap alsa kulağı yandaki sohbete gidiyordu. Sonrasında ara vermeden devam etti oraya gitmeye. Zamanla, mekanın müdavimlerinden biri oldu. Gider kahvesini söylerdi. Önce koklar, sonra bekler, sonra bir yudum alırdı. Her ne okuyacaksa o sırada mermer masanın üzerinde onu beklerdi. Zira Mancacı, önce içeceği kahvenin hakkını vermeyi severdi. Kahvesi bitince okumasına ya da sohbetine başlardı.
MERDİVENDEKİ DELİKANLI
Son birkaç gidişinde merdiven başında bekleyen gencecik bir delikanlı dikkatini çekiyordu. Genç geliyor, bir zamanlar onun da yaptığı gibi merdivenlerin başında öylece oturuyordu… Derken bir gün, delikanlı yine merdiven başında oturmuşken ve Mancacı merdivenlerden yukarı çıkarken, bir şey oldu. Genç, içilmiş ve köşedeki sehpaya konmuş kahve fincanının içine serçe parmağını soktu, aldığı telveyi ağzına götürdü. Telvenin acısıyla yüzünü buruşturması, Mancacı’nın şaşkın bakışlarına karıştı. Daha dayanamadı Mancacı, basamakları hızla çıkıp, elini gencin omzuna koydu.
– Delikanlı ne yapıyorsun sen?
– Hiç beyim. Duruyorum öyle.
– Ne yaptın az önce?
Yaptığı hareketi bir başkasının gördüğünü o an fark eden genç, mahcup başını öne eğdi.
– Yok ya hû, kızdığımdan değil. Niye yedin o telveyi? Meraktan soruyorum.
Mancacı’nın böyle bir tarafı vardı. Bakışından mı, sesinin renginden mi bilinmez, güven verirdi insanlara. Delikanlı da güvendi, dile geldi.
– İçeri girecek, kahve alacak param yok beyim; ama içeri girip o gazeteleri okumak, sohbetleri dinlemek, ha bir de ne menem şeyse şu kahveden içmek istiyorum. Hiç içmedim bugüne kadar. Merakıma yenildim de tadayım istedim; ama Allah affetsin, bu ne böyle? Zehir gibi! Değil 40 para vermek, üstüne para verseler yemem bunu.
Mancacı gülsün mü ağlasın mı şaşırmış halde “Bir kere kahve yenmez, içilir” dedi. “İkincisi de senin o yediğin kahvenin telvesiydi. Acı olan o. Kahve öyle bir şey değil.”
Bir an durdu, sırtını sıvazlayarak, genci içeri buyur etti.
– Gel bakalım sana bir kahve ısmarlayayım ben.
Adı Orhan’dı. Bursa’daki Mülkiye İdadisi’nden** mezun olmuş; okuldaki birkaç hocasının telkini ve aracılığıyla, İstanbul’a, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde*** mimarlık okumaya gelmişti. Belli ki çalışkan, zihni açık, başarılı bir gençti. İstanbul’a ilk gelişiydi. Parasızlığın da tesiriyle okul zamanları dışında İstanbul’un kaldırımlarını arşınlayıp durmuştu geldiğinden beri. Okulu Sultanahmet’in arkasında olduğu için, en çok bu bölgede gezinmişti. Okçularbaşı’ndaki Sarafim Kıraathanesi’ni de okuldaki bir hocasından duymuştu. Arayıp bulmuş, ama 40 parası olmadığı için bir türlü içeri girememişti.
Birlikte kahvelerini içtiler. Orhan müsaade isteyip, raflardaki gazete ve kitapların arasında kayboldu. O sırada Mancacı, mekanın müdavimi olmasının ağırlığını kullanıp, genç için istediği zaman Sarafim’e giriş izni aldı. Bu sayede Orhan, öğrenciliği boyunca Sarafim’e gelip gitti. Karşılaştıkları zamanlarda Mancacı, delikanlıya bir kahve ısmarlıyor, sohbet ediyorlardı. Bir gün, kahvesini bitiren Orhan’ın, serçe parmağını yine telveye daldırıp, ağzına götürdüğünü gören Mancacı merakla sordu:
– Ne yapıyorsun ya hû? Öğrenemedin mi halen? Kahve yenmez, içilir!
Mancacı kendi sözüne, kendi kendine gülmeye yeltenirken, Orhan’ın verdiği yanıtla gözleri doldu:
Kahve öyle lezzetli. Burası o kadar güzel ki ustam, bu hâl beni benden alır diye korkarım. Dünü unutmayayım diye, telvenin acısını çalıyorum ağzıma ara sıra. Unuttun mu bana verdiğin öğüdü? Demiştin ki “Dününü unutanın, yarını olmaz”.
Yıllar yılları kovaladı, Orhan mezun olup Şark’ta göreve başladı. Önce Birinci Dünya Savaşı, ardından Kurtuluş Savaşı derken herkes memleket derdine düştü ve bir daha da görüşmeleri kısmet olmadı.
BEKLENMEYEN MİSAFİR
Mancacı Cemal, eskisi kadar sık olmasa da Sarafim’e devam etti. Ta ki 1930’da Sarafim Kıraathanesi kapanıp da bir kunduracı dükkanı olana kadar. Pek çok kişi gibi Mancacı Cemal’i de üzdü bu durum. 60 yaşına gelmiş Mancacı, hep bir bahane bulup, yolunu değiştirdi ve geçmedi bir daha Okçularbaşı mevkiinden. Göz görmezse gönül katlanırmış misali, yüzleşmek istemedi Sarafim’in kapanmasıyla.
Artık hayatında Sarafim olmasa da kahvesini içip, okumayı ise hep sürdürdü. 1938 yılının başlarında, 19 Ocak 1938’de kahvesini içti, sonra Akşam gazetesini okumaya başladı.
“Atatürk İstanbul’un imar planını tasvip ettiler” başlığını taşıyan haberde şöyle deniyordu:
“Ankara (Telefonla) – Cumhurreisi Atatürk dün öğleden sonra yanlarında Başbakan B. Celal Bayar, Dahiliye Vekili B. Şükrü Kaya bulunduğu halde Dahiliye Vekaletine giderek büyük salonda teşhir edilmekte olan İstanbul şehrinin B. Prost tarafından yapılmış olan nazım plan ve maketi tetkik etmişler, uzun tafsilat almışlar ve plan esaslarını takdir ve tasvib buyurmuşlardır.”
Mancacı, torunuyla yaşadıkları evlerine bakıp, derin bir iç çekti. Yeni imar planı Fatih ve Beyoğlu’nda uygulanacaktı. Tüm mal varlığını Kurtuluş Savaşı esnasında memleket için harcamış, elinde bir tek bu ev kalmıştı. Kış da bastırmak üzereyken, bir kış daha dayanıp dayanamayacaklarına emin değildi. Zira ev öylesi dökük haldeydi ki ne ısıtmak mümkün oluyordu ne de içinde güvenle yaşamak. Yalnız olsa neyse de, yanında canından öte küçük torunu vardı… Bir yandan da bu imar planı yüzünden evlerinden olup olmama endişesi bastırmıştı üzerine. Aylardır mahallede takım elbiseli adamlar, memurlar dolaşıp duruyor, ölçümler yapıp gidiyorlardı. Habere bakılırsa, Cumhurreisi de onay vermişti her ne olacaksa…
Mancacı Cemal kendi kendine dertlenirken, kapı önünde torunu Adile Sultan’ın birileriyle konuştuğunu fark etti. Derken torunun sesi duyuldu.
– Dede bir bakar mısın? Misafirimiz var.
Ağır ağır kalkıp, kapı önüne indi.
Kapıdaki kravatlı, kerli ferli adamı görünce bir yutkundu.
“Hah, düşüne düşüne çağırdın belayı Mancacı” diye geçirdi içinden.
Dışından “Buyurun” diyebildi.
– Müsaade varsa, misafir kabul eder misiniz Mancacı Cemal?
– Elbette, buyurun şöyle.
Verandadaki ahşap masanın bir yanına adam, bir yanına Mancacı geçti. “Kızım, bize iki kahve yapıver” dedi Mancacı, 11 yaşındaki torununa. “Yaşı küçük ama hanım kızımız maharetli anlaşılan” dedi adam. Bir yandan da çantasını, elindeki evrakı yandaki sedire koydu.
Kahveler geldi. Mancacı, başına geleceklerin korkusuyla eve tadilat yapmayı planladığını, ama durumunun şu an için uygun olmadığını anlatmaya başladı adama. Torunuyla yalnız yaşadığını, onu okuttuğunu söylerken, belli belirsiz aman diler gibiydi. Oysa Mancacı böylesi tedirgin olmasa, her zamanki gibi önce kahvesini içer, sonra ne yapacaksa yapardı.
Derken kahveler bitti.
Adile Sultan boş fincanları almaya seğirtmişken, adam kibarca durdurdu onu. Sonra uzandı, serçe parmağını telveye daldırıp, ağzına götürdü. Telvenin acısıyla yüzünü buruşturması, Mancacı’nın şaşkın bakışlarına karıştı. Adamın yüzündeki acı gülümsemeye dönerken, Mancacı’nın şaşkınlığı büyüdükçe büyüdü.
– Orhan… Sen misin?
– Benim ya ustam. Benim, Orhan.
50’li yaşların sonuna merdiven dayamış Orhan; mesleğinde çok başarılı olmuş, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte de hocalığa başlamış ve profesörlüğe kadar yükselmişti. İstanbul’da göreve başlamak üzere İstanbul’a geldiğinde ilk işi Sarafim’e gidip Mancacı’yı aramak olmuştu; olmuş ama kapandığını görünce üzülmüş ve Mancacı Cemal’e ulaşamamıştı.
İstanbul’da yapılan yeni nazım planı işinde de hatırı sayılır bir görevi vardı. Mülk sahiplerinin adları arasında Mancacı Cemal’in adını görünce de hiç zaman kaybetmeden, çıkıp gelmişti işte.
Mancacı, anlatılanları bir rüyadaymış gibi dinlerken, Orhan uzanıp, Mancacı’nın elini tuttu:
– Hani az önce dertlerini anlattın ya ustam, sen onları hiç dert etme. Evini, kış başlamadan tamir edilmiş bil. Minik kızımızın da yanı başında bir amcası var artık. Ben o telvenin tadını da bana 40 yıl önce ısmarladığın o ilk kahvenin kıymetini de hiç unutmadım. Boşuna dememişler, bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır.”
Mancacı Cemal, bu sefer tüm yüklerinden kurtulurmuşçasına bir nefes aldı, verdi. Torununa dönüp, birer kahve daha isteyecekti ki, sesi titredi, boğazı düğümlendi.
Minik Adile Sultan, dedesinin türlü badireler atlattığını biliyordu, bunların bir kısmına da şahit olmuştu; ama onu ilk kez böyle görmenin şaşkınlığıyla belli belirsiz fısıldadı:
“Dede ağlıyor musun sen?”
Notlar:
Hikaye, gerçek olaylardan esinlenilerek yazılmıştır.
* İstanbul’da “kıraathane” adını taşıyan ilk işletme Sarafim adlı bir Ermeni tarafından açılmıştır. Dönemin edebiyat ve bilim dergisi Hazîne-i Evrak’a Sarafim tarafından verilmiş olan ilanda ise, açılış tarihi 1273 (1857) olarak gösterilmiştir.
** Mülkiye İdadisi: Bursa’nın en eski okullarından biridir. 1883 yılında, Necip Bey Konağı’nda, Mülkiye İdadisi adıyla hizmete açılmıştır. 1886 yılında bugünkü, tarihi binanın temeli atılmış ve 1889 yılında okul ilk mezunlarını vermiştir. 1911 yılında Bursa Sultani Mektebi adını alan okul, 1923 yılında Bursa Erkek Lisesi adını almıştır.
*** Sanayi-i Nefise Mektebi, güzel sanatlar alanında eğitim vermek üzere II. Abdülhamit döneminde İstanbul’da 1882’de kurulmuş bir yüksekokuldur. Günümüzde Eski Şark Eserleri Müzesi olarak hizmet veren binada 2 Mart 1883’te eğitime başlayan okul, 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi adını almıştır; 1982’de Mimar Sinan Üniversitesi adını almış, 2006’da şu anki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alarak eğitime devam etmektedir.