Dedemden Hikayeler 08: Gramofon

Hikayeyi sesli dinlemek için “oynat butonuna” tıklayınız.

İkinci Dünya Savaşı’nın henüz başlarında, savaşa girmemiş bizim gibi ülkeler dahil herkesin tüm tedirginliğini ve olumsuzluklarını hissettiği günlerin birinde Mustafa Bey’in yüzü gülüyordu. Hayattaki en büyük arzusu çocuklarının okumasıydı. Özellikle büyük kızı Elif’in, eski adıyla Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultânîsi, yeni adıyla Kandilli Kız Mektebi’ne gitmesini çok istiyordu. Günü gelmiş, kızı büyümüş ve hayali gerçek olmuştu. O gün Mustafa Bey için savaş da yokluk  da hükmünü kaybetmişti. İş için geldiği Beyoğlu’nda yüzünde kocaman bir gülümseme, dükkanların vitrinlerine baka baka yürüyordu…

Bir dükkanın önünden geçerken, camdaki aksine bir gramofon karıştı. Gözünü kıstıkça aksi yok olup, gramofon görünür oldu. Şarkı söylemeyi, şarkı dinlemeyi çok seven kızı Elif, bir arkadaşının evinde gramofondan müzik dinlemiş, eve döndüğünde ta içinden bir yerden “Keşke bizim de bir gramofonumuz olsaydı” diye içlenmişti ona.

Mustafa Bey, gülümsemesi artarak dükkandan içeri girdi. Selamını verdi, selamını aldılar. Başıyla işaret ederek, gramofonu gösterdi. “Ne kadar bu?”

Ucuz değildi ama sandığı kadar da çok dememişlerdi. O kadar temiz görünüyordu ki ikinci el olduğunu duyunca şaşırdı. Beklediğinden düşük fiyatta olmasının nedeni, ikince el oluşuydu. Satıcı gramofonun temizliğine ve sağlamlığına kefil olunca, zaten içinde çoktan ikna olmuş Mustafa Bey daha fazla uzatmadı, satın aldı.

Günün devamında elinde koca kutuyla arşınladı yolları. Kandilli’de iskeleye yanaşırken heyecandan yerinde duramıyordu. Eve vardığında tam da tahmin ettiği gibi oldu. Ev ahali çok sevindi ama Elif bir başka sevindi. Aldığı plaklardan birini taktılar hemen, tekrar tekrar çaldılar plakları gece boyu.

İKİNCİ BÖLÜM

1800’lü yılların sonlarında henüz birkaç yıllık öğretmen olan Necati ve kendisi gibi öğretmen olan eşi Yadigâr her akşam Cadde-i Kebir’de dolaşır, vitrinlere bakar, paraları olduğu bazı akşamlar dışarıda yemek yerlerdi. Takvimlerin 1895’i gösterdiği bir akşam, yine böyle dolaşırken Cadde-i Kebir’de, piyano satıcısı Ernest Comendinger’in mağazasının vitrininin önünde bir kalabalık gördüler.1 Ahali toplanmış, tam da ne olduğunu anlamadıkları bir alete bakıp, aralarında konuşuyorlardı. Konuşmalara kulak kabartan genç çift, ilk bakışta dikiş makinesini andıran bu aletin fonograf denen ve dışarı ses veren bir alet olduğunu öğrendiler. Necati matematik, Yadigâr ise müzik öğretmeniydi. Yadigâr öylesine heyecanlandı ki duyduklarından, o andan itibaren günlerce bu aletten bahsetti durdu…

Aynı yılın Ramazan ayında, Şehzadebaşı’nda Kolacı Ziver’in bitişiğindeki bir dükkanda fonografın halka dinletildiğini öğrendi Necati.

Ünlü tarihçi Sermet Muhtar Alus, o dönemi şöyle anlatacaktı ileride:

Koskoca bir alamet. Üstünde birçok ıvır zıvır, etrafında şimdiki tansiyon aletlerindeki lastik kulaklıklardan bir düzine; yanında şişe şişe elektrik pili. Masanın dört yanına oturulur, kulaklıklar takılır, elektriğe cereyan verilince kovan dönmeye, sivrisinek vızıltısı gibi sesler duyulmaya başlar: Venedik Karnavalı, Faust, Carmen vesaire… Hava bitince kuruşunu verip kalk…2

Tam da Alus’un dediği gibi, Necati de eşini alıp Şehzadebaşı’na götürdü bir akşamüstü. 1 kuruş verip, borudan çıkan sesleri dinlediler. Yadigâr büyülenmiş gibiydi.

Bir yıl kadar sonra 1896’da bu sefer Beyoğlu’nda Parmakkapı’da eczanesi bulunan meşhur kimyager Della Sudda Faik Paşa bir fonograf getirtir. İsteyen eczaneye girip 1 kuruş karşılığında (ama o zamanın 1 kuruşu gümüştendir) bir veya iki kovan dinleyebilmektedir.3

Fonograf, evlerinin bulunduğu Galata’ya yakın Cadde-i Kebir’e geldikten ve değişik kayıtlar piyasaya yayılmaya başladıktan sonra tek eğlenceleri bu oldu genç çiftin. O kadar ki dışarıda yemek yemeyi bırakıp, yemek için ayırdıkları bütçeyi fonograf dinlemeye havale ettiler. İşin garibi hep müzik de dinlemiyorlardı. Aralarda Emile Zola’nın konuşması, Abdülezel Paşanın nutku gibi ses kayıtları bile ilgisini çekiyordu Yadigâr’ın; ama kuşku yok ki en çok Tanburi Cemil’in kovanlarını dinlemeyi seviyordu genç kadın.

1900’lerin başında gramofon denilen yeni bir alet icat edildi. Hemen de İstanbul’a ulaştı. Fonografın kovanları yerine, plak çalıyordu gramofon. Ses daha güzel, çeşit daha fazlaydı. Zamanla İstanbul’da plak fabrikaları açıldı, plak kayıtları kolaylaşınca çeşit arttı, gramofon pek çok mekana girdi. Necati ve Yadigâr her fırsatta gramofonlu mekanlara gidip, müzik dinlediler.

Necati matematik öğretmeni olmasına rağmen, her fırsatta öğrencilerine müzikten bahis açar, bu arada eşiyle birlikte gramofonlara olan hayranlıklarını öğrencileriyle paylaşırdı. Öğrencileri, bu anlatılarda Necati’nin eşine olan aşkına şahit olurdu her seferinde ve her seferinde “Bir gün Yadigâr Hanım’a bir gramofon hediye edeceğim ve ne zaman isterse, sabaha kadar müzik dinleyecek” derdi. “O müzik dinleyecek, ben de karşısına geçip onun mutluluğunu ve güzel yüzünü izleyeceğim.”

Bir türlü kısmet olmadı. Necati, o gramofonu alamadı. Emekliliğinin yaklaştığı yıllar da Birinci Dünya Savaşı’nın o kara günlerine denk gelince bırakın eve gramofon almayı, dışarıda da dinleyemez oldular.

Zorlu Kurtuluş Savaşımızın ardından, Cumhuriyet de ilan edilmişti. Necati de yorgun hissediyordu artık. 1927’de, gençlerin de yolunu açmak maksadıyla emekli olmaya karar verdi. Öğretmenliğinin son gününde öğrencileri bir veda merasimi düzenledi pek sevip, pek saydıkları öğretmenleri için. Vedaya Yadigâr Hanım’ı da davet ettiler. Limonatalar içildi, pastalar yenildi. Merasimin sonunda, ortaya bir masa çekildi. Masanın üzerinde, üstü kumaş kaplı bir kutu vardı.

Öğrencilerinden biri söz aldı ve şöyle dedi:

“Üzerimizdeki emeğiniz çok büyük Necati Hocam. Üstelik bu, sadece matematik ilmiyle de sınırlı değil. Siz bize matematiğin yanı sıra musikiyi de sevdirdiniz. Matematikteki musikiyi, musikideki matematiği gösterdiniz. Bunların yanı sıra eşiniz Yadigâr Hanım’la olan münasebetiniz, kendisine olan sevginiz, alakanız hepimiz için bir ışık oldu. Size ve eşinize emeklilik günlerinizde sağlık ve birlikte uzun, mutlu bir ömür diliyoruz. İzniniz olursa size bir vefa hediyemiz olacak.”

O sırada birkaç öğrenci masanın üzerindeki kumaşı çekti zarifçe. Kutuyu açtılar… Ve harika bir gramofon çıktı ortaya. Konuşmayı yapan öğrencinin sesi duyuldu:

“Bu gramofondan çıkan her ses, size olan şükranımızın ifadesidir. Hakkınızı helal edin hocam.”

Necati’nin yüzündeki şaşkınlık, Yadigâr Hanım’ın yanaklarından süzülen gözyaşlarına karıştı. Sarıldılar. Necati Bey, gözleri dolu dolu öğrencilerine sarılmaya başladı. Tek tek hepsine sarıldı, hepsine teşekkür etti. Eşiyle birlikte gramofonun başına gittiler. Dünyanın en değerli hazinesini inceliyor gibi, usulca okşayarak içlerine çektiler gramofonu.

O günden sonra da her sabah, her öğlen, her akşam gramofondan müzik dinlediler. Tam da dediği gibi, Yadigâr Hanım müziğe teslim oldu her seferinde, Necati ise sevdiceği, hayat arkadaşının mutluluğu ve güzelliğine. Ve her seferinde, tam da ümit edildiği gibi öğrencilerini andı Necati Öğretmen.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Elif, Kandilli Kız Lisesi’nde ilk yılı tamamlamak üzereydi. Okulda, müzik öğretmeni Zeliha Hanım’ın önerisiyle bir eğlence tertip edilmesi kararlaştırıldı. Okula emeği geçen kişiler, bazı eski mezunlar davet edilecek ve kendilerine şükran plaketleri sunulacaktı. Herkese türlü görevler verildi. Elif, öğretmeninin yanına giderek, evde bir gramofonları olduğunu, babasının izin vermesi halinde gramofonu okuldaki bu etkinliğe getirebileceğini söyledi. Zeliha Hanım pek sevindi bu teklife. Babasının da izin vermesi üzerine, gramofon okula taşındı o gün.

Güzel güzel giyinmiş kızlar gelen konukları karşılıyordu. Herkes evinde türlü yiyecekler hazırlamıştı. Önce konuşmalar yapıldı, şükran plaketleri verildi, sonra eğlenceye geçildi. Öğrenciler kâh gramofondan yükselen müziğe eşlik ediyor, kâh dans ediyorlardı. Konuklar da bir köşede sohbet ediyordu.

Plak değiştireceği sırada Zeliha Öğretmen durdu. Gramofonu incelemeye başladı. Müzik kesilince, öğrencilerin de konukların da dikkati de o yöne döndü. Zeliha Hanım eğlenceyi unutmuş, gramofonu inceliyordu. Yüzündeki o mutlu ifade de yerini tedirginliğe bırakmıştı. Elif, biraz şaşkın, biraz ürkek öğretmeninin yanına gitti ve “Bir sıkıntı mı var hocam?” diye sordu, “Gramofon mu bozuldu?” Kaşları hafif çatık, gözlerinde merak “Bu gramofonu nereden buldunuz Elif” diye sordu Zeliha Hanım. “Babamın hediyesi” diyebildi Elif.

Konuklardan biri de Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultânîsi zamanından bu yana okulun mütevelli heyetinde bulunan Mancacı Cemal’di. Mancacı Cemal, Elif’in babası Mustafa ile de ahbaptı. Bir terslik olduğunu fark edip, yanlarına gitti. “Bir sorun mu var hocam” diye söze girdi. “Bir sorun yok” dedi Zeliha Hanım. Sonra dönüp, “Yarın babanı okula çağırabilir misin” dedi Elif’e ve izin isteyip salondan ayrıldı.

Çok geçmeden etkinlik bitti ve dağıldılar. Elif, gramofonu okulda bıraktı. Nasıl olsa yarın sabah babası gelecekti, alıp getirirdi. Akşam haberi duyan Mustafa Bey ne olduğunu merak içinde okula gitti. Olaya şahit olan Mancacı Cemal’in de aklı mevzuda kalmış olmalı ki Mustafa geldiğinde o çoktan gelmiş ve kapıda bekliyordu. Birlikte Zeliha Hoca ile buluştular. Aynı soruyu tekrarladı Zeliha Hanım: “Bu gramofonu nereden buldunuz Mustafa Bey?”

Mustafa tüm hikayeyi anlattı. O anlattıkça Zeliha Hanım’ın gözlerine bir pus indi. Genç kadın yerinden kalkıp, gramofonun yanına gitti. Mustafa Bey’i ve Mancacı Cemal’i yanına davet ederek, gramofonun arkasındaki metal bölüme işlenmiş ince yazıyı gösterdi:

“Bu gramofondan çıkan her ses, size olan şükranımızın ifadesidir / Öğrencileriniz.” Bir de küçük mahlas vardı yazının yanında: “Kİ”

Kısa sürede hikaye aydınlığa kavuştu.

Zeliha Hanım, Necati Bey’e gramofonu hediye eden öğrencilerinden biriydi. O gün, bu anıyı ölümsüzleştirmek için gramofonun arkasına bu yazıyı nakşettirmişlerdi. Etkinlik esnasında yazıyı fark edince şaşırmış, merak etmiş ve hatta öğretmeni adına tedirgin olmuştu Zeliha Hanım. Mustafa Bey’in anlattığı hikayeye göre bu endişesinde haksız da sayılmazdı. O kadar değer verdiği gramofon ikinci el bir dükkana düştüğüne göre ya vefat etmişti Necati Bey ya da başına bir iş gelmişti.

Onlar konuşurken Mancacı Cemal, arkadaki işlenmiş yazıyı inceliyordu. “Hayat ne garip” dedi Mancacı. “Bu mahlas kimin biliyor musunuz?” Merakla baktılar Mancacı’ya. Mahlas, Kalemkâr İsmail’indi. Mancacı’nın evladı gibi sevdiği, uzun yıllar önce bu mesleğe meyletmesini sağladığı İsmail’in. “Halen irtibattayız İsmail’le” dedi Mancacı, “O da çok şaşıracak bu hikayeye”.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Zeliha Hoca dönem arkadaşlarından birkaçıyla irtibata geçti hemen. Başhekim olmuş İclâl, savcı olmuş Selim, güçlü bir tüccar olmuş Arif’le hemen o gün irtibat kurdu. Ertesi sabah, anlaştıkları üzere Mancacı Cemal’in yanında buluştular. Oradan ikinci el dükkanına gidip öğretmenleri Necati Bey’in evini ve hikayesini öğrendiler. Eşi Yadigar Hanım uzunca süredir hastaydı öğrendiklerine göre. Emekli maaşları bakımına yetmemiş, Necati Bey zorlu günler geçirmişti. O esnada evdeki değerli eşyayı satmak mecburiyetinde kalmıştı. O kadar ki dükkan sahibinin aktardığına göre yakın zamanda Galata’daki evini de satılığa çıkarmıştı.

Topluca Necati Bey’in evine gittiler. Zeliha, İclâl, Selim, Arif, iki üç eski öğrencisi, Mustafa Bey ve Mancacı Cemal. Giriş katında oturuyordu Necati Beyler. Evin camında, “Satılık” levhasını görünce hüzünlendi hepsi. Apartman kapısı aralıktı. Biri girip, dairenin kapısına paketledikleri gramofonu bıraktı, kapıyı çalıp dışarı kaçtı.

Kapıyı açan Necati Bey, paketi alıp, çevreye baktı. Kimse yok. İçeri girip paketi açtı. Gramofonu görünce gözleri doldu. Yatakta yatan eşine dönüp, gramofonu gösterdi. Ne olduğunu anlayamaz halde, gelip camı açtı ve dışarıdaki öğrencilerini gördü.   

Arif, açılan camdan elini içeri sokarak, camdaki yazıyı söktü. Öğretmenine bakıp “Hayır hocam, satılık değil” dedi ve gülümsedi.

Sonra hep birlikte içeri girdiler.

Uzun uzun konuşulmadı hiçbir şey. Konuşulması da gereksizdi. İclâl, Yadigar Hanım’ın tedavisiyle ilgili her türlü sorumluluğu üstleneceğini söyledi. Arif, borçları üstlenecekti, dolayısıyla evin satılmasına ihtiyaç yoktu. Selim, her türlü hukuki süreci takip edecekti. Zeliha da yanında çok sayıda plak getirmişti.

“Haydi hocam” dediler, “Şu gramofona güzel bir plak koyun da dinleyelim.”

Gözleri yaşlı Necati Bey, plağı yerleştirirken eski bir dosta merhaba der gibi, ezber bir hareketle arkadaki yazıya götürdü parmaklarını. Alışık olmadığı bir hisle karşılaşınca, durdu. Eğilip yazıya baktı. Eski yazı duruyordu: “Bu gramofondan çıkan her ses, size olan şükranımızın ifadesidir / Öğrencileriniz.” Ama büyük harflerle bir kelime eklenmişti.

İşin gerçeği şuydu ki, Mancacı Cemal Kalemkâr İsmail’i bulmuş, uzun yıllar önce nakşettiği yazıya bir ilave yaptırmıştı: “İLELEBET”

Gamze Kantarcıoğlu

  1. Gökhan Akçura’nın “Türkiye’nin İlk Plak Fabrikaları” adlı makalesinden faydalanılmıştır.
  2. Sermet Muhtar Alus, “Fonograftan Radyoya,” Radyo 91-93 (Temmuz-Eylül 1949)
  3. Ercüment Ekrem Talu, Perde ve Sahne, 15 Ekim 1943.
Uygulamamızı İndirdiniz mi?

En yakın Adile Sultan Ev Yemekleri şubesi cebinizde

adile
adile adile
BİZİMLE İRTİBATTA KALIN

Mutfağımızdaki yeniliklere dair haberler, özel indirim sürprizleri gibi gelişmelerden haberdar olmak ister misiniz? İletişim bilgilerinizi paylaşın, zaman zaman sizleri gelişmeler hakkında bilgilendirelim.