Doğma büyüme İstanbullu Cemal; Suriçi tabir edilen bölgede büyümüş, zaman içinde Eminönü ve Galata’da çalışmıştı ama Dolmabahçe Sarayı’nın az ilerisindeki Beşiktaş’tan ötesine geçmemişti o güne kadar. Ara ara Çırağan Sarayı’nın mutfağına düşerdi yolu. Büyük davetler olduğunda, ustasıyla birlikte saraya gidip, günlük olarak çalışırlardı. Yine böyle günlerin birinde saraya gitmiş, işi erken bitmişti. Teknesiyle saraya erzak getirmiş Mazılı İsmail “Az ileride birkaç yalıya sebze bırakıp, Eminönü’ne döneceğim, istersen gel” dediğinde, hiç düşünmeden atlamıştı tekneye.
Mazılı İsmail küreklere asılıp da tekne sahilden uzaklaşınca hep karadan gördüğü saray bambaşka bir hal aldı Cemal’in gözünde. Görüp durduğundan daha büyük, görüp durduğundan daha ihtişamlıydı. Büyülenmiş halde sarayı seyreden Cemal, bir süre sonra silkinip “Ustam küreğin birine ben geçeyim” dediğinde, geç kaldığının farkında, epeyce mahcuptu.
Her bir küreğe, çift el iki kişi asılınca tekne şaha kalkıp Boğaz’ı yarıp geçmeye başlamıştı. Az ileride bir yalıya yanaşıp, birkaç kasa erzak bıraktılar. Sonra diğer yalı, bir diğeri derken… Birden teknenin burnu sahile doğru meyletmeye başladı. Tekne yön değiştiriyordu çünkü Cemal kürek çekmeyi boşlamıştı.
Mazılı İsmail’in “Cemaaaal” diye bağırmasıyla, teknenin tümüyle karaya dönmesi bir oldu. Cemal, ilk kez gördüğü büyüleyici renkteki çiçeklere bakakalmış, kürek çekmeyi bırakmıştı. “Ne o Cemal” dedi Mazılı, “İlk kez görmüş gibi ne bakıp durursun erguvanlara?”
- Yalan yok ustam, ilk kez görüyorum bu renkte, bu kadar güzel ağaçları.
- Ne ağacı bre cahil! Erguvan çiçeğidir onlar.
- Böyle çiçek mi olur ustam? Kocaman ağaç ya hû bunlar!
İstanbul’u Beşiktaş’a kadar bilen Cemal için yeni olsa da kadim şehir İstanbul’un alameti farikalarından biriydi aslında erguvan çiçekleri. Şarkılara şiirlere konu olmuş, hakkında efsaneler yazılmış, renkleriyle benzersiz, özelikle Boğaz’ın bahar müjdecisi çok özel çiçeklerdi. Üç dört metre boylarının, bazen 10 metreyi bulduğu olurdu.
Mazılı İsmail, halden anlayan bir adamdı. Baktı ki genç Cemal samimiyetle etkilenmiş karşısındaki görüntüden, o da çekti elini küreklerden.
Öylece durdular.
Cemal içine çekti karşısındaki manzarayı. Rengini ayrı, kokusunu ayrı içine çekti. Birden ustasına dönüp, Boğaz’ın akan suyunda teknenin çeperlerinden gelen su sesini bozdu:
- Ustam bu rengin adı nedir? Pembe desen değil, mor desen değil…. İçinde mavi var gibi ama mavi de değil…
Bu sefer şaşırma sırası Mazılı’ya gelmişti. Bunca yıldır yalılara erzak getirir götürür, her yaz başı sıra sıra erguvanları görürdü; ama ne renk olduklarını hiç düşünmemişti. “Pembe işte” dedi; ama demesiyle vaz geçmesi bir oldu. “Mor gibi sanki” dedi ardından… Yine durdu. Baktı yanıt veremiyor, mahcup da oluyor yarı yaşındaki Cemal’e, derken aklına yıllar önce duyduğu bir hikâye geldi. Hazine bulmuş defineci gibi sevindi ve dökülüverdi:
- Biliyor musun, bu rengi kumaşa tutturmak çok zormuş eski zamanlarda. Adı neyse, bilemedim artık. Biraz pembe, biraz mor, biraz mavi… Geçmiş zamanda sadece imparatorlar erguvan rengi pelerin giyebilirmiş bu yüzden. Öyle değerliymiş işte bu rengi tutturmak.
Mazılı İsmail’i dinlerken, Cemal erguvan rengi bir pelerin hayal etti. Durduramadı kendini, bir kızı olmuş gibi hayal etti. Hayalindeki erguvan rengi pelerini, hayalindeki kıza giydirdi… Dönüp hayalindeki kızına “Bu pelerin sana çok yakıştı” dedi.
O günden sonra Cemal, her bahar bir fırsat bulup yolunu Boğaz’a düşürdü. Her yaz başı, Boğaz’a her gidişinde erguvanları ilk kez görüyormuş gibi büyülenip izledi.
Yıllar yılları kovaladı. Bir gün Cemal’in bir kızı oldu ama Cemal erguvanları ilk gördüğü gün kurduğu hayali çoktan unutmuştu. Ahali arasında Mancacı Cemal diye tanınan maharetli bir aşçı olmuş, Adile Sultan’ın himayesinde çalışmaya başlamıştı. Çok çalışıyor, bu yoğunluk arasında geçmişteki gibi Boğaz gezmelerine de çıkamıyordu.
Uzun yıllar içinde Mancacı Cemal önce kızını kaybetti. Torunu Adile Sultan’la baş başa kaldı.
Torununu itinayla büyüttü ve bir gün geldi, torununun üniversite mezunu olduğu günü görmek nasip oldu. O gün, bir yanı istese de torununun mezuniyet törenine gitmedi. Sevmezdi kalabalığı. Mezuniyet törenine gitmek yerine, evde yemek yapıp, akşama dede torun kutlama yapacakları masayı hazırlamayı tercih etti. Öğlene doğru hazırlıkları bitirip, Boğaz boyunda nazının geçtiği bir ahbabını ziyarete gitti. Dönerken yüzü gülüyordu.
Akşam Adile Sultan geldi. Elinde mezuniyet belgesi, dedesinin karşısında durdu. İkili birbirine bakıp önce sarıldı, sonra sarılırken mutluluktan ağladı. Az sonra Mancacı, torununa “gözlerini kapat” dedi. Sandıktan bulup, üzerini ahbabının bahçesinden topladığı erguvan çiçekleriyle bezediği pelerini, bir imparatoriçenin omzuna yerleştirir gibi, omzuna yerleştirdi torununun.
Aynadaki aksine bakan Adile Sultan dedesine dönüp “Çok güzel olmuş” dedi. Peşi sıra da sordu:
- Pelerini niçin erguvan çiçekleriyle süsledin?”
“Geçmiş zamanda sadece imparatorlar erguvan rengi pelerin giyebilirmiş, öyle değerliymiş işte bu renk” diyebildi Mancacı. Adile Sultan, dedesinin gözlerinin niçin dolduğunu anlayamadı; ama üstelemedi de. Sarılıp, tekrar teşekkür etti.
Nice bahar geldi, nice baharlar yaza döndü… Boğaz’da erguvanlar açtı, sonra kısacık ömürlerini tamamlayıp uykuya daldı. Hayat da akıyordu o sırada ve gün geldi, Mancacı da hayata gözlerini yumdu.
1951 yılının nisan ayında, ayın son günleriydi…
Çokça sevilen, çokça sayılan Mancacı Cemal; sevdiklerinin göz yaşları arasında Aşiyan Mezarlığı’ndaki son durağına götürülürken Boğaz kıyısındaki erguvanlar, tüm güzellikleriyle ona veda ediyor gibiydi. Erguvanların gölgesinde yapılan defin töreninden sonra dedesinin kabri başında bekleyen Adile Sultan’ın omzuna bir el dokundu. Üniversite hocası Orhan Bey’di elin sahibi. Gencecik bir delikanlıyken Mancacı’nın elinden tutup, destek olduğu Orhan… Parasızlıktan ancak kalan kahvelerin telvesini tattığı yıllarda ona ilk kahvesini ısmarlayan Mancacı Cemal’i bir baba gibi bilen, yılların ardından buluştuklarında bir daha onu asla yalnız bırakmayan Orhan.
Eli Adile Sultan’ın omzunda “Erguvanlar arasında yolcu ettik onu ya, deden pek mutludur şimdi kızım” dedi, “Zira, erguvanlar, tam da pes edeceği günlerde onu hayata bağlamıştı.”
Ansızın erguvan süslü pelerin ve o sırada dedesinin gözlerinin dolması geldi aklına Adile Sultan’ın. “Neden bu kadar severdi erguvanları dedem” diye sordu Orhan’a, “Ne olmuştu da çiçekler hayata bağlamıştı onu?”
Adile Sultan’ın dedesine olan sevgisini perçinleyen şu hikâyeyi anlattı Orhan:
“Annenin rahmetli olduğu, babanın bu acıya dayanamayıp terki diyar ettiği günlerin birinde, deden Tophane’deki bir hamal kahvesinde umutsuzca çay içerken, yan masadaki bir muhabbete kulak kabartmış. Sen daha iki yaşındaymışsın ve Mancacı ne yapacağını bilmez, pes etmek üzereymiş. İstanbul’da kışın ardından havalar birden düzelip, peşi sıra yarım kalan kış hiç bitmemiş gibi yeniden bastırınca tüm meyve çiçekleriyle beraber erguvan çiçeklerinin yandığı günlermiş.
‘Erguvanlar da yanmış’ diye başlamış yan masadaki adam anlatmaya ve uzun uzun erguvanları anlatıp, şöyle demiş:
- Erguvanın ömrü kısadır. Açar, sonra bir bakmışsın açtığı gibi bitivermiş göz açıp kapayıncaya kadar. Yaşamın geçip bitmesi gibi.
Mancacı’nın aklı; kaybettiği eşi ve kızına, tabii bir de sana gitmiş bu sözü duyduğunda.
Masadaki devam ediyormuş:
- Ama her bahar, yeniden açar erguvan. Bu da yeni başlangıçlar gibidir. Yani doğum gibi. Bakmayın siz bu mevsim açmadığına… Gelecek bahar yine erguvan dolacaktır bütün Boğaz. Bir bahar açmadı diye pes etmez erguvan. Ezcümle, erguvandan feyz almalı insan. Ölüm gibi, açtıktan sonra solması haksa, arada terslikler olsa bile bir sonraki bahar tekrar açması da doğasındandır.
Haftalardır karalar bağlamış Mancacı’nın kor gibi yanan içine su serpmiş bu son cümle: ‘Bakmayın bu mevsim açmadığına. Gelecek bahar yine erguvan dolacaktır bütün Boğaz.’
‘Allah’ın çiçeği pes etmeyip, her bahar çiçek açıyorsa, ben niye karalar bağlıyorum böyle’ diye düşünüp, silkinmiş Mancacı. Bir güç gelmiş yorgun adama. Aslında daha oturacakken, komşuya bıraktığı sen düşmüşsün aklına. Bir hışım çıkmış Tophane’deki kahvehaneden. Hayatı yakalamak istermişçesine hızlı adımlarla eve doğru yürürken, Mazılı İsmail’in teknesindeki o günü anımsamış.
O günü…
O gün kurduğu hayali.
Erguvan rengi bir pelerin, erguvan rengi pelerini giydirdiği kız çocuk hayalini hatırlamış.
İşte bu güçle büyütmüş kızım seni.
Bir buluşmamızda bana, yakınlarda, ‘Hayalimdeki kız çocuğu meğer torunummuş ve şükür ki erguvanlı pelerini giydirdim bugün’ diye ağlayarak anlatmıştı. Peşi sıra da eklemişti:
- Çok şey öğrendim ben bu erguvanlardan. Onlardan öğrendiklerimle hayata tutunup, bir evlat yetiştirdim. Hiçbir zorluk deviremedi beni.”
Hayatı boyunca dedesinden öğrendikleri yoluna ışık olan Adile Sultan, ona veda ederken bile ondan öğrenmeye devam ettiğini düşündü… Eli, dedesinin toprağında, usulca ona söz verdi:
- Sözüm olsun dedem, erguvanlardan feyz alacağım hayatım boyunca. Ola ki düşsem bile, düştüğüm yerden kalkmasını bileceğim her seferinde. Erguvanlar gibi…