Ne zaman işler ters gitse, ne zaman başımız sıkışsa ve umutsuzluğa düşsek, Mancacı Cemal usulca yerinden kalkar, dolabın en üst rafında duran bakır tencereyi alıp getirir ve masanın üzerine koyup şöyle derdi: “Bakın, bu tencere, eritilmekten kurtulup da bugünleri gördüyse, biz de aydınlığa çıkarız evelallah.”
Bu bakır tencere, Mancacı Cemal’in ailesi için bıraktığı en önemli miraslardan biri oldu. Aradan yıllar geçmiş olsa da bakır tencerenin hikayesi kuşaktan kuşağa anlatıldı duruldu. Ne zaman ailede biri umutsuzluğa kapılsa, yemek masasında anıldı:- Şu bakır tencere kadar olamayacak mısın?- Bakır tencerenin hikayesini unutma.- Bakır tencereyi hatırla…
Elbette çocuklar belli bir yaşa kadar anlayamazdı bakır tencerenin ne anlama geldiğini. Hatta kuzenler arasında bu tencere üzerine türlü efsaneler anlatılır; sihirli olduğu, gizli bir güce sahip olduğu, hatta Alaattin’in sihirli lambası gibi içinde bir cin barındırdığı gibi hikayelerle kış geceleri geçirilir, tatlı yaz akşamları verandada sabaha kavuşulurdu.
Ne kadarı doğru, ne kadarı hurafe anlatanın boynuna, duyduğumuz hikayeyi paylaşalım sizlerle.
Osmanlı döneminde esnaf geleneklerine göre çıraklıktan kalfalığa peştamal kuşanan bir çırak oğlanın babası, velisi lonca mutfağına bir bakır sahan, yahut bir bakır tas veya maşrapa, ustalığa peştamal kuşanan kalfa da bir bakır sini yahut bir bakır tencere veya bir bakır kazan verirdi. Verilen o bakır eşyanın bir kenarına da bağış yapanın ve ustasının adı ve bazen de bağışın tarihi yazdırılır, hakkettirilirdi. 1
Tarik ve loncalara vakfedilmiş bu alet edevat, eşya; mesire eğlencelerinde kullanılır, tarik ve lonca mutfakları tarafından evlenme, sünnet düğünü ziyafetleri sırasında kullanılmak üzere İstanbul halkına kiralanır ve bu yolla gelir elde edilirdi.
Meşrutiyetin ilanının ardından loncalar dağıtılırken, uhdelerindeki bu eşyalar maliyeye devredildi. Eşyaları paraya çevirmenin yolu ise hurdacılara satmaktı. Öyle de oldu. Hurdacılar da satın aldıkları bu eşyaların pek çoğunu eriterek, farklı yerlerde kullanmak üzere bakır külçelere çevirdiler. Ufak bir kısmı ise ahali tarafından satın alındı, bir süre evlerde kullanıldı, zaman içinde onlar da yok oldu gitti.
Mancacı Cemal’in anlattığına göre bunların yaşandığı günlerde, Ömer adlı bir aşçı ustası, çıraklıktan kalfalığa peştamal kuşanırken ustasının adını nakşedip de loncaya hediye ettiği bakır kabın peşine düştü. Zira içi elvermemişti ustasının adı yazılı kabın eritilmesine. Çocuğu olmadığı ve eşini erken kaybettiği için onu evladı yerine koymuş, zanaat öğretmiş, kol kanat germişti yıllarca. Çiçek nakışlı bakır tencerede “Kozahanlı Eymen Usta’ya hürmetle” yazısının hemen yanında ince harflerle bir de not düşülmüştü: “Bu yazı durdukça, namın baki olsun”. İşte bu yazı Ömer Usta’yı esir aldı. Gönlü zengin, ermiş gibi bir adam olan Kozahanlı Eymen Usta’nın adı da kapla birlikte eriyecekmiş gibi hissetti; gece uyku uyuyamaz, gündüz iş yapamaz hale geldi.
Anlatılana göre Ömer Usta işi gücü bıraktı ve loncalardan toplanan eşyaların izini sürmeye başladı. İstanbul’u adım adım arşınladı. Nereden bir haber geldiyse oraya seyretti. Kimi zaman onlarca, kimi zaman yüzlerce tencere arasından ustasının adı nakşedilmiş bakır tencereyi aradı. İstanbul’da kapısını çalmadığı hurdacı kalmamıştı. O kadar ki hurdacılar arasında tanınır, bilinir olmuş; adı Abdal Ömer Usta’ya çıkmıştı.
Böyle böyle yıllar geçti. İstanbul’da her biri birer tarihi vesika niteliğinde binlerce bakır kap kacak eritildi, bakır külçeye dönüştü. Abdal Ömer Usta da umudunu kesip, yüreğinde bir bakır külçe, işinin başına döndü. Ancak o günden sonra yemeklerine hep bir tutam eksik tuz koydu. “Neden böyle yaparsın?” diyenlere de “Ustama mahcubiyetimden ötürü şu hayatta tadım tuzum yok, yemekte tuz eksik olmuş ne ki” cevabını verdi.
Yiğit namıyla anılır derler ya, zamanla bir nam daha alıp, adı “Tuzsuz Abdal Ömer”e çıktı. İşinin ehli ve ahali arasında saygı gören, akıl danışılan, bir nevi şehir dervişine dönüştü Tuzsuz Abdal Ömer. İhtilaflara hakemlik eder, aklı karışmışlara akıl verir, muteber biri oldu.
Günlerden bir gün kapısı çalındı. Bir adam belirdi kapısında. Destur aldı, içeri girdi. “Abdal ustam” dedi, “Bir yüküm var benim, Allah aşkına bir akıl ver de ailecek hafifleyelim”. Adam, kısa süre önce babasını kaybetmişti. Ölmeden önce evlatlarını başına toplayan baba, gözleri yaşlı bir vasiyette bulunmuştu. Yıllar önce Şeytan’a uymuş, bir ahbabınınkösteğini çalmıştı. Yıllardır bunun ağırlığıyla huzursuzdu. Defalarca iade etmeyi düşünmüş, bu arada ahbabı vefat etmiş, geride de kimsesi kalmamıştı. Kösteği yıllardır sakladığı yeri tarif etmiş, yaşlı ve yalvarır gözlerle, “Bir hâl çaresini bulun, borcumu ödeyin” demiş ve kısa süre sonra hayatını kaybetmişti.
Şimdi evladı, Tuzsuz Abdal Ömer Usta’dan medet umuyordu. Kardeşler olarak akıllarına bu kösteği satmak, üzerine para da koyup, kösteğin sahibinin hayrına bir yemek vermek gelmişti. İki sorusu vardı: Bu şekilde babalarının borcunu ödemiş olurlar mıydı? Eğer bu makbul bir yolsa, bu hayır yemeğini Ömer Usta yapar mıydı?
“Her ikisini de Allah rahmetiyle kucaklasın” dedi Ömer Usta ve işi yapacağını söyledi; ama bir şerhi vardı: O da bu iş için aşçılık parası almayacaktı. “Yanında mı şu köstek” demeye kalmadan, adam elindeki bohçayı açmaya başlamıştı bile. “Kozahanlı Eymen Usta derler bir zatmış, kösteğin sahibi” dedi ve bohçadan çıkan tencerenin kapağını açıp, içindeki kösteği, Ömer Usta’nın önüne, tencereyi de yana koydu ve ekledi: “Bu eski, değersiz bakır tencerenin içinde saklamış onca yıl kösteği.”
Kozahanlı Eymen Usta’nın adını duyunca donup kalmış olan Ömer Usta, gözünü bakır tencereden alamıyordu. Kösteği es geçip tencereye uzandı. Ne aradığını, nerede aradığını çok iyi bilen parmakları, tencerenin yanında artık kaybolmak üzere olan “Kozahanlı Eymen Usta’ya hürmetle” yazısını buldu. Gözleri yaşardı. Bilmeyen biri bulamazdı ya, Ömer Usta “Bu yazı durdukça, namın baki olsun” yazısını da ezbere buldu.
Neler olduğunu anlamayan adam konuşup dursa da Ömer Usta hiçbir şey duymuyordu. Yaşlı gözlerini kapadı… Hayalinde çok eski bir anı canlandı:
Ustasının çok kıymet verdiği kösteği kaybolmuş, her yeri aramalarına rağmen bulamamışlardı. O günün çırağı Ömer, kösteğin çalındığına emindi ve hafiyelik yapma telaşındaydı. Ustası onu durdurmuş ve şöyle demişti:
“Evlat, elbet ben de farkındayım her şeyin; ama bazen ötesini fark etmek daha mühimdir. Düşme peşine. Elbet o köstek gelir bizi bulur. Vardır bu işin de bir hikmeti.”
İşte o köstek gelip onları bulmuştu. Hem de yanında sürpriziyle.
İşte böyle…
Yıllar sonra Ömer Usta da kendi ustası gibi yalnız yaşayıp, yalnız öldü. Ölmeden önce de hem o bakır tencereyi, hem de kösteği bir can dostuna emanet etti.
O can dostu, Mancacı Cemal’in ustasıydı.
Usta, görüp bildiklerini çırağı Cemal’e anlattı.
Gün geldi, bu emaneti, Mancacı Cemal’e devretti.
Oradan buraya, bakın size de ulaştı.
Hikaye bu ya, başta bu hikayeye vesile olan Reşad Ekrem Koçu, kültürümüzü zenginleştiren her ustaya, her çırağa selam olsun. Her kim ki umudu kırılırsa; Kozahanlı Eymen Usta’yı, Tuzsuz Abdal Ömer Usta’yı, ezcümle bakır tencereyi hatırlasın.
1Tarihte İstanbul Esnafı / Reşat Ekrem Koçu / Doğan Kitap