Dedemden Hikayeler 03 : Vefa

VEFA

Halk arasında “93 Harbi” olarak da bilinen, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşının ardından, savaşın yaşandığı bölgeden İstanbul’a doğru yoğun bir göç başlamıştı. Savaşı takip eden yıllarda İstanbul’a 400 bine yakın göçmenin geldiği söyleniyordu ki bu sayı, son 40 yıl içinde İstanbul nüfusunun neredeyse iki katına çıkmasını sağlamıştı. Göçmenlerin çoğu da hasta, sakat, dul ve yetimlerden oluşuyordu. Başta çok hissedilmese de zaman içinde şehrin sokaklarında bu göçün etkileri göze çarpmaya başladı. En çok dikkat çeken de artan dilenci sayısıydı. Başta ticaret ve eğlence mekanlarının olduğu merkezler, her köşe başında bir dilenci belirdi İstanbul’da. Şurayı Devlet Tanzimat Dairesi’nin 7 Eylül 1886 tarihli mazbatasında, bir süreden beri İstanbul’da dilencilerin arttığı, bunların çoğunun çalışabilecek durumda olduğu hâlde dilendikleri, yerli ve yabancı halkı rahatsız ettikleri, şehrin hasta ve sakat sergisine çevrildiği ve bu insanların aynı zamanda çeşitli suçlara karıştıkları ifade edilmişti. (1)

Görüldüğü üzere, yaşanan sıkıntının vahameti devlet katında da fark edilmişti. Öyle ki 1890’da Sultan II. Abdülhamid, Okmeydanı’nda Darülaceze adıyla bir düşkünler evi inşa edilmesi için ferman çıkartmıştı. 1890’ların başında, sokaklardaki insanlara barınak olması planlanan Darülaceze’nin kuruluşu için bağışlar toplanırken, Şehr-i İstanbul tam bir dilenciler panayırına dönmüş durumdaydı. 

İşte İstanbul bu haldeyken, Galata Köprüsü’nden her geçişinde Aşçıbaşı Yunus’un içi acıyordu. Çömelmiş dilenenlere ayrı, memleketin bu işe bir çözüm bulamamasına ayrı üzülüyordu. Padişah fermanıyla, bir düşkünler evi yapılacağını duymuş; hatta bir kermese katılarak, toplanan yardım paralarına kendince destek de olmuştu… 

YUNUS’UN HİKAYESİ

Aşçıbaşı Yunus, mesleğini “babam” dediği Abdullah Usta’nın yanında öğrenmişti… 

Memleketten İstanbul’a gelip de aç biilaç gezip, iş aradığı günlerin birinde, gün de bitmek üzereyken, soluklanmak için bir dükkanın önünde oturmuştu Yunus. Durmuş ne yapacağını mı düşünüyordu, çaresizlikten artık düşünmeyi bile bırakmış mıydı bilinmez, dükkânın kapısından gelen sesle irkildi:

  • Ne yapıyorsun sen orada boş boş?

“Hiç” diyebilmişti sadece. Hemen ayağa kalkıp, oradan seğirtmeye yeltenmişti; ama terzi Garbis Usta’nın, hafif sert bir sesle “Ne demek hiç?” demesi üzerine, ışık görmüş tavşan gibi mıhlanıp kalmıştı yolun kıyısında. 

  • Hiç yapacağına, al şu süpürgeyi de dükkanın önünü süpür bari. 

Öyle şaşırmıştı ki Yunus, hiç düşünmeden süpürgeyi alıp, denileni yapmaya başladı. Günlerdir boş gezen Yunus, belli ki sadece yemeğe değil, çalışmaya da acıkmıştı. Öyle bir süpürdü ki dükkanın önünü, hızını alamayıp yandaki dükkanın önüne de geçti. Henüz saat dönmeden, her yer tertemizdi. Garbis Usta çıkıp da sokağın halini görünce, önce gülümsemiş, sonra da cepkeninden çeyrek kuruşa denk gelen 10 para çıkartıp, Yunus’a vermişti. 

O ara kapıya çıkan, komşu lokantanın sahibi Abdullah Usta da şaşırdı dükkanının önü ve hatta sokağın haline. “Neler oldu burada Garbis Usta” diye sordu komşusuna; “Venedik tacirinin ayak izine kadar temizlenmiş sokak.” İki usta gülüştü uzaktan uzağa. Abdullah Usta, elinde süpürgesiyle Yunus’a bakıp “Adın ne senin delikanlı” diye sorduğunda öğrendi ikisi de onun adını. Hoş, öyle kısık sesle söyleyebilmişti ki Yunus adını, duymaları bir mucizeydi aslında. Gelecek günlerdeki müjdelerin ilk işareti gibi.

Sıra Abdullah Usta’ya gelmiş olacak ki “Gel bakalım delikanlı” dedi, “Madem dükkanın önünü böyle temizledin, o zaman bir çorbayı da hak ettin demektir.”

Yunus reddedecek gibi olsa da karnından gelen uğultuyla karışık, “Eyvallah ustam” deyiverdi. Ekmeğe yüklenip, çorbasını içerken de soluklandığı anlarda iki ustasının sorularını yanıtladı. Kimdi? Nereden gelmişti? Ne iş yapar, nerede yatıp kalkardı? Yılların iki ustası konuşmadan, bakışarak anlaşmış ve kararlarını vermişlerdi bile. 

Yaşça büyük olan Garbis Usta girdi söze: 

  • Delikanlı… Ben bu süpürgeyi şu kapının ardına koyacağım. Sen her sabah gel, buraları güzelce temizle. Harçlığın benden, çorban Abdullah Usta’dan. 

Yunus bu müjdeyi aldıktan sonra ayakları yerden kesilmiş, uçarak indi Karaköy’e. Galata Köprüsü’nü bilip bilmeden, bir rüyada gibi geçti. Mahmutpaşa’daki bekar odasına varmasıyla birlikte uykuya yatması bir oldu. Sanki hemen uyumak istiyordu ki hemen sabah olsun ve işinin başına gitsin… Memleketten geldiğinden bu yana ilk kez doya doya, huzurla uyudu Yunus. Ne bekar evinin kavgası gürültüsü, ne de o kesif kokusu bana mısın demedi Yunus’a o gece.

Sabah, ezandan önce uyanıp, ustalarının Galata’daki sokağına doğru yola çıktı. Tam Galata Köprüsü’ne girmişken duyduğu ezan sesiyle yavaşladı adımları. Durdu. Bir an düşündü. Memlekette bıraktığı anası düştü aklına. Her sabah bu saatlerde namaza kalkan, namaza kalkmadığı için de Yunus’a kızan anası. Ani bir kararla gerisin geri, Yeni Camii’ye doğru koşmaya başladı. Hocanın ardında namaza dururken aklında anası, burnunda anasının kokusu vardı. Aynı safta namaz kıldığı yaşlı adam henüz selamını tamamlayamamışken, Yunus çoktan namazını eda etmiş, tekrar yola koyulmuştu bile. 

Galata’da sokağa varmasıyla süpürgeyi alması bir oldu. Bir gün önceden zaten temizlenmiş taşların üzerinde bir nevi dans ediyordu Yunus. Hızını alamadı, bir baştan bir başa tüm sokağı süpürdü. 

Ustaların gelmesi, gelip de gülümsemesi… Harçlık, çorba derken günler günleri kovaladı ve Abdullah Usta yamak aldı Yunus’u yanına. Ne oldu, nasıl oldu, ondan sonra neler yaşandı anlatmak borcumuz olsun sizlere sevgili okur; ama yıllar geçti ve Yunus, eli lezzetli bir aşçı oldu. 

Önce Garbis Ustası, sonra Abdullah Ustası Hakk’a yürüdü. Yıllar içinde Yunus ne zaman “Hakkınızı ödeyemem sizin” dediyse, ikisinden de benzer yanıtlar almıştı. Başka başka cümlelerle olsa da ikisinin söylediği de aynı yere çıkıyordu. 

Mesela, Garbis Ustası’ndan duyduğu şu sözü hem kalbine, hem aklına yazmıştı:   

  • Bu sokağa ilk geldiğin günü asla unutma. Sen de dara düşene el uzatmaktan sakın ola imtina etme. Her kim ki birine elini uzatıyorsa, illa ki öbür eli bereketle dolar. 

Lafı uzattıysak affola sevgili okur… Uzattıysak da Saraçhane’deki evinden her gün işine yürüyerek gidip gelen Yunus Usta’nın, dilenciler arasından geçip de ustasından yadigar lokantasına giderken aklından geçenleri anlatmasaydık size, inanın olmazdı. 

BATUMLU GÖÇMEN VE AİLESİ

Sayısız dilenci arasından geçip de, Kamondo merdivenlerine tırmanırken bunları düşünüp duran Yunus Usta, köşeden dönüp de sokağı tertemiz görünce, şaşırdı. Yamağı çoktan gelmiş, lokantayı açmış ve belli ki ocağın başına geçmişti; ama sabah çorbasını yapmadan temizliğe başlamazdı… Hem temizlese bile bu temizlik her zamankinden başkaydı. Şaşırdı. 

Zaman durdu sanki. Abdullah Ustasının o sözü çınladı kulağında: “Venedik tacirinin ayak izine kadar temizlenmiş sokak.”

Şaşkınlığını, köşedeki genç adamın mahcup bakışları bozdu. Bir şey diyecekti de diyemiyordu sanki genç adam. Az ilerideki çeşme başında yere çömelmiş kadın ve kucağındaki bebenin varlığını henüz fark edememiş Yunus Usta, “Eyvallah” deyiverdi sadece. Aklına başka bir söz mü gelmemişti, Karaköy’den bu yana sıkışmış da nefesimi izin vermemişti bilinmez. Böyle anlarda ilk aklına gelen kelime “Eyvallah” olurdu zaten ezelden beri.

  • Sen mi temizledin sokağı?
  • Evet beyim.
  • Niye ki?

İç çeken delikanlı, öylece durdu. Söylese bir türlü, söylemese olmaz. Gözü, çeşme başındaki karısı ve bebesine takıldı. Derin bir nefes alıp, bir cesaret dile geldi:

  • Savaştan kaçtık ustam. Batum’dan geldik Şehr-i İstanbul’a. Aç kaldık kucağımızda bebeyle. Dediler ki “dilen”. Ben dilenemem ki ustam. Hamurumda yok. Yolları arşınlarken, baktım ki burası lokanta, köşede de şu süpürgeyi görünce, dedim ki “Madem burası lokanta, önünü temizlersem belki bir tas çorba verirler”.

Yüzüne bir gölge indi delikanlının ve daha önceki lafı bitmeden, aceleyle öbürünü ekledi:

  • Bizim hanıma çorba versen yeter ha! Ben istemem! Hanım içsin çorbayı ki bebeme süt olsun. Bana bu çoktan yeter de artar bile.  

Kimse bilmese İstanbul bilir; kimse şahit olmadıysa, o kaldırım taşları şahittir ki Yunus Usta’nın gözleri doldu Batumlu taze babayı dinleyince. Kendi hikâyesine gitti aklı. Yol boyu dilenenleri düşündü, bir de dilenmeyi kendine yakıştıramayıp bir tas çorba için emeğini ortaya bu koyan bu delikanlıyı… Tam söze girecekken, Garbis ustasının oğlu Alen göründü içeriden. 

Biri Garbis’in oğlu terzi Alen, öbürü Abdullah Usta’nın yamağı aşçı Yunus… 

Biri Garbis’ten olmuş, öbürü Abdullah Usta’nın yanında olmuş. 

Yunus’la Alen, ustalarından miras, bakışarak anlaştı. Yunus’un hikayesini bilen Alen gülümsedi. Yunus o gülümsemeyi aldı, rahmet yaptı, ustalarına yolladı. Sonra dönüp Batumlu delikanlıya baktı ve kapının önündeki masayı gösterdi: 

  • Hele al aileni de geç şu masaya, konuşacaklarımız var. 

Öncesi ayrı hikâye sevgili okur, borcumuz olsun.

Sonrası ayrı bir hikâye sevgili okur, o da borca yazsın… 

Borçlar art arda dizilsin, biz izninizle şimdilik o an’ı aktarmakla yetinelim size:

Duyulur duyulmaz bir sesle “La havle” diyen Yunus Usta, bir yandan Alen’le bakışırken, bir yandan lokantadan içeri, yamağına seslendi:

  • Mancacı… 
  • Mancacı Cemal!
  • Gel hele! 
  • “Yardımcı lazım deyip duruyordun ya, bulduk galiba!

Not:

Dönemin tarihsel gerçeklerinden hareketle yazılmış bir öyküdür. 

Kaynak:

  1. Yrd. Doç. Dr. Nurettin BİROL / II. Abdülhamid Dönemi hayır Kurumlarından Darülaceze’nin Yapımı ve Halil Rıfat Paşa’nın Çalışmaları / Akra Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 2017 (S.13) c.5 / s.33-53
Uygulamamızı İndirdiniz mi?

En yakın Adile Sultan Ev Yemekleri şubesi cebinizde

adile
adile adile
BİZİMLE İRTİBATTA KALIN

Mutfağımızdaki yeniliklere dair haberler, özel indirim sürprizleri gibi gelişmelerden haberdar olmak ister misiniz? İletişim bilgilerinizi paylaşın, zaman zaman sizleri gelişmeler hakkında bilgilendirelim.